Kekik
Tepeleri aşıyoruz.
Tepelerde ağaç yok.
Yamaçlarda yeşilin, sarının, pembenin, kırmızının toprağı kapatacak kadar bürünmüş hali var.
İki kişiyiz.
Yeri işaret ediyor.
-Bunlar ne biliyor musun?
-Kekik
Birkaçını koparıyorum, içime çekiyorum.
Kekik kokusu değil içime çektiğim, bir koku geçmişimi gözlerimin önüne seriyor, bütün bedenimde hissediyorum.
Köklerinden kopardığım birkaç kekik, beni de koparıyor; alıp götürüyor çocukluğuma.
Biraz borçlarımız vardı, çay dahi alamıyorduk.
Biz kekik çayını yokluktan içtik.
Misafir geldiğinde demlenirdi çay.
Birkaç kez kaynatarak öyle atardık posasını.
Misafir demek, çaydı.
Hep misafir gelmesini isterdim.
Çok nazlandığımda demlenirdi çay.
Evde kimse yoksa, bir kaçamak yapar, kendim demlerdim birkaç bardaklık çayı.
Benim yine de çay içebilecek mekanlarım vardı.
Kahvede, çay bahçesinde günde bir çay içebilmek önemliydi, çocuğun çay krizi yaşamasını ne alkolikler ne de sigara tiryakileri anlar.
Sonra damak tadını ot çaylarına da kapattım.
Yeşil çay bile ot çayı gibi gelir bana.
Ben kekiği iyi bilirim arkadaşım, kimsenin bilemeyeceği kadar iyi bilirim.