İstanbul Sözleşmesi kimi koruyor?
İstanbul Sözleşmesi ya da tam adıyla Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan, zahiren kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve bununla mücadelede temel standartları ve devletlerin bu konudaki mükellefiyetlerini tespit ettiği ileri sürülen uluslararası bir sözleşmedir.
11 Mayıs 2011’de İstanbul’da yapılan Avrupa Konseyi Bakanları Kurulu Toplantısı’nda kabul edildiği için, sözleşmenin adı talihsiz bir şekilde “İstanbul Sözleşmesi” olarak adlandırılmıştır. Adının İstanbul Sözleşmesi olarak duyurulması, toplantının İstanbul’da yapılmasıyla ne kadar ilgilidir? İstanbul, dünya ülkeleri nezdine Türkiye demektir. Halkı Müslüman bir ülkenin yüzyıllarca başkentlik yapmış şehri bilinçli bir şekilde sözleşmenin adı olarak tercih edilmiştir. Şaşırtıcı bir şekilde dönemin AK Parti Hükümeti, sözleşmenin hiçbir maddesine çekince koymadan ilk imzayı attı ve metin iç hukuk açısından 01 Ağustos 2014 itibariyle yürürlüğe girdi.
Metnin altındaki kritik ilk imza kimin diye araştırdığımızda, aslında bu metnin muhtemel hedefi açısından çok da sürpriz olmayan bir isimle karşılaşıyoruz. Bugünkü tavırları ve Kemal Kılıçdaroğlu’yla uyumlu işbirliğini kan davasına sönüştürecek surette, ilk imzayı atan eski Konya milletvekili ve 17/25 Aralık sürecini müteakiben gerçek rengini belli eden Ahmet Davutoğlu. Metni Türkiye adına imzalayan dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, daha da öteye giderek, konuyu “Şahsi mesele” olarak sahiplendiğini belirtti.
İstanbul Sözleşmesi’ni jet hızıyla aynı gün TBMM’ye de dönemin Meclis Başkanı, Cumhurbaşkanlığı İstişare Kurulu üyesi Cemil Çiçek getirmişti.
Yürürlüğe 2014 yılında giren mezkur metin, Türkiye’deki müeyyidesini Anayasa’nın 90. maddesinden alıyordu. Özellikle maneviyatına ve mukaddesatına önem atfeden Türkiye’de açıkça LGBT kavramının ve beraberinde getirdiklerinin kabul edilmeyeceğinin bilincinde olan müellifler, kadına karşı şiddet kılıfı ile süsledikleri bu metni bir nevi Truva atı olarak kullandılar.
Evvela hassaten söyleyelim, kadına şiddetin her türlüsüne mani olunmalıdır. Ancak acaba kadına şiddeti önlemek kılıfı ile toplumsal yapının dönüştürülmesi ve cinsel temayüllere, LGBT’ye alan açılarak toplumun çekirdeğini teşkil eden ailenin yaşatılmasının tedricen imkansızlaştırılmasının hedeflenmesi mevzu bahis ise buna sessiz mi kalınmalıdır?
Metinde, ‘toplumsal cinsiyetten’ hukuki manada bahsediliyor. “Karı-koca” gibi farklı cinsiyetler arasında tesisi mümkün münasebete ifade eden ifadeler yerine “Eş veya hayat ortağı (arkadaşı)” ifadelerini barındıran sözleşmenin 4. maddesinde “Cinsel temayül” teminat altına alınıyor. Eşcinsel literatürde de karı-koca gibi ifadeler reddedilerek, bunların yerine “Hayat arkadaşı”, “Partner”, “Hayat ortağı” veya “Birlikte yaşanılan birey” mefhumlarının ikamesine çalışılıyor. “Cinsel temayül” ise kişilerin karşı cinsiyete, hemcinsine, tek bir cinsiyete veya birden fazla cinsiyete karşı romantik yahut cinsel cazibe hissetmeye sevkeden daimi şahsi hususiyet olarak tarif ediliyor. Metne hakimiyeti, biraz dikkatlice bakıldığında görülebilecek olan ve homoseksüel literatürde “Toplumsal cinsiyet” şeklinde adlandırılan keyfiyet, halli gereken bir mesele olarak dayatılıyor. Buna ilaveten cinsel temayül tutumlarının teşvik edilerek meşrulaştırılması ve mutlak toplumsal cinsiyet eşitliği yegane hal tarzı suretinde takdim ediliyor. Cinsel temayül ve toplumsal cinsiyet mefhumlarını homoseksüellikten ayrı değerlendirmek mümkün bulunmadığı için metnin homoseksüellik ve bununla irtibatlı cinsel sapmalara açıktan temas etmediğini ileri sürmek hatalı olacaktır. Maalesef AK Parti meseleyi halka bu şekilde anlatamadığı için, en azından toplumun bir kesiminde kadına ve çocuğa şiddeti mazur gören bir siyasi akımın temsilcisi olarak gösterilmek istenmektedir. Oysa mesele milletin bekasını muhafazaya gayretten ibarettir.
Türkiye mezkur metinden çekildiği için yaygara koparanlar, çok sayıda ülkenin ya imza atmadığı ya da tatbik etmediğine hiç temas etmiyorlar. Bu minvalde metni farklı sebeplerle onaylamayan Bulgaristan, Çekya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Slovakya gibi “Batılı” ülkelerden hiç bahsedilmiyor. Ayrıca yine “Avrupalı” Polonya, metnin zımni bir ideolojik dayatma ihtiva ettiğini ve biyolojik cinsiyetin sosyo-kültürel cinsiyet ikame edilmeye çalışıldığı haklı gerekçesi ile imzasını metinden geri çekmek için gerekli prosedürü başlattı. AB Üyesi olmayan İngiltere, Rusya, Ermenistan, Moldova, Ukrayna ve Azerbaycan da sözleşmeyi uygulamıyor mesela.
Bu konudaki tepkilerin kadın ve ailenin muhafazası ve şiddetin önlenmesiyle alakalı olmadığı, 6284 sayılı Kanuna bakınca daha da iyi anlaşılıyor. 2012 tarihli bu düzenlemenin adı, Aı̇lenı̇n Korunması ve Kadına Karşı Şı̇ddetı̇n Önlenmesı̇ne Daı̇r Kanun. Bu açıdan bakılıp hükümler incelendiğinde, kadına karşı fiziksel şiddet dışında, ekonomik ve psikolojik şiddetin önlenmesine varıncaya kadar birçok tedbire açıkça yer verilmiş. Demek ki niyet, kadını ve aileyi korumak değilmiş ve esasında mevzu da teferruatlı olarak kanunla tanzim edilmiş.
Haydi başka kapıya...